Yunanca αὐτo- (oto-, kendi kendine) ve ποίησις (poiesis, yaratmak, meydana getirmek) sözcüklerinden türetilen bir neolojizmdir. Temel olarak kendi devamlılığını sağlayan ve kendini yeniden üreten sistemleri tarif etmek üzere ilk kez 1971’de iki Şilili biyolog Humberto R. Maturana ve Francisco J. Varela tarafından ortaya atılmıştır. Yeniden üretimlerini sağlayan bileşenlerin bizzat sistem tarafından üretildiği otopoietik sistemler, ilk olarak canlılığın organizasyonunu açıklamak ve canlı sistemlerin ayırt edici özelliğini ortaya koymak üzere kullanılmıştır. Sonrasında toplum, hukuk, şirketler gibi sistemleri tarif etmek için ele alınmış ve biyoloji yanında sosyoloji ve sistem teorisi gibi alanlara taşınmıştır.
Varela ve Maturana kavramı ilk olarak Autopoiesis and Cognition: The Realization of the Living kitaplarında ortaya attılar. O zamana kadar bilme [cognition] alanında öne sürdükleri yeni fikirler, Santiago Bilişsel Okulu olarak da bilinen bir yaklaşımın temellerini atmaktaydı. “Canlı varlıkların yorumlayıcı kapasitesi”ne odaklanan bu düşünce, insanın dünyayı keşfetmek yerine onu oluşturan bir varlık olduğunu savunmaktadır.1 O zamana kadar felsefeyle yakından ilgilenen Varela, kavramın ortaya çıkışında Allende’nin iktidarına giden süreçte Şili’deki koşulların, Heinz von Foerster’in etkisiyle sibernetik ve kuramsal biyolojinin önemli rol oynadığını belirtmektedir. Bunun yanında Jean Piaget gibi kendilerine yakın yazarların da etkisi bulunmaktadır. Piaget 1969’da, yaşayan sistemlerin özerkliği çerçevesinde biyolojinin yeninden düşünülmesi ihtiyacından söz ettiği Biologie et Connaissance (Biyoloji ve Bilgi) kitabını basmıştı.2
Kavramın türetilmesinde esin kaynağı, Maturana ve Varela’nın Don Kişot üzerine bir metin kaleme almakta olan arkadaşları Jose Bulnes’in praxis ile poesis arasında yaptığı ayrımdı.3 Yaşayan sistemlerin ortak özelliğini oluşturan temel bir ilkenin arayışında olan Maturana, poiesisin kendi aradığı kavram olduğunu düşünerek otopoiesis kavramını türetti. Maturana ve Varela değişimin dinamiklerini açıklamak üzere evrimci düşüncenin çeşitlilik, üreme ve tür üzerindeki vurgusunun biyolojik fenomeni anlamak için yaşayan birimlerin otonom doğasına bakma zorunluluğunu belirsizleştirdiğini iddia etmektedirler. Bu nedenle yaşayan sistemlerin organizasyonunun üniter karakterleri çerçevesinde anlaşılabileceğini savunmaktadırlar. Tüm canlı sistemlerde ortak olan bu organizasyon, bileşenlerinin özellikleri ne olursa olsun sistemi tanımlayan şeydir.4
Bu düşüncelerinin açıklandığı makale en az en az beş yayıncı ve dergiye yollanmasına rağmen reddedilmiştir. Basım öncesi Erich Fromm gibi ünlüler de okumuş olmasına rağmen düşünceleri akademik dünyada kolayca kabul görmedi. Metin 1980’de İngilizce basıldığında otopoiesis kavramı belirli bir popülerliğe ulaşmıştı ancak onun öncesinde kavramın dünyaya tanıtılması, Varela, Maturana ve Uribe’nin birlikte yazdıkları 1974 tarihli bir makale sayesinde gerçekleşti. Bu makalede verili bir birimin otopoietik olup olmadığını anlamak için 6 aşamalı bir şema öneriliyordu.56
Otopoiesis kavramı canlılığın özünün ne olduğuna ilişkin bir arayışın sonucunda ortaya çıktıysa da, başta sosyal olmak üzere diğer alanlara er ya da geç sıçraması beklenebilirdi. İlkin canlılığa ilişkin yeni bir formülasyon, insanlığa ilişkin yeni bir bakış açısını da beraberinde getirmekteydi. Özellikle Niklas Luhmann’da görüldüğü gibi, toplum kavramı genel sistem kuramı içinde formüle edilen otopoiesis kavramıyla, başta sosyoloji olmak üzere disiplinlerin toplum anlayışından çekip çıkarılmış ve disiplinler-ötesi bir niteliğe kavuşmuştur. Luhmann bunu bir “paradigma değişimi” olarak nitelendirecektir. Bu değişimin sosyoloji içinden çıkmasının anlaşılır nedenleri vardı. İnsanları ekonomik faaliyetleriyle sınırlayan iktisadın “homo economicus” bireyi ve yalıtık iç dünyası içinde kişisel çelişkileriyle bir bütün oluşturan psikolojinin bireyinden farklı olarak sosyoloji, bir bütünlüğü ifade eden toplumun parçaları olarak bireyleri belirli bir ilişkisellik içinde ele almaya daha uygundu. Diğer yandan Talcott Parsons gibi önemli isimlerin etkisiyle sistem düşüncesi disiplin içinde önemli bir yer edinmişti. İkinci bir nokta, sibernetik ve sistem teorisi yanında 1960’larla birlikte etkisini gösteren kaos teorisi, kendi kendini düzenleme, karmaşıklık gibi düşüncelerle birleşmesiydi.
Sistem teorisi ile formüle edilen autopoiesis düşüncesinin yaygınlaşmasının önündeki temel engellerden biri, soyutlama düzeyinin yükseliği ile açıklanabilir. Bu soyutluğun sosyal bilimlerin yöntemleriyle bütünleştirilmesi zordur. Yerleşik bilimsel yapı içinde disiplinerarası değil disiplinler-ötesi bir çerçeveye oturması, kavramlara kazandırdığı ve eskileriyle çelişen yeni içerikler, felsefi ve sosyal düşüncenin yaygın ikilikleri ve düşünme biçimlerine karşısındaki radikal tutumu da sıralanabilir. Zira otopoiesis ve sistem teorisi, bilinen birçok kavramı farklı bir içerikle kullanmaktadır. Gerek Maturana ve Varela’da, gerek Luhmann’da, gerekse de diğer yazarlarda sistem, çevre, açıklık-kapalılık, iletişim, yapı gibi kavramlar farklı anlamlarda ve zaman zaman olağan kullanımlarına ters biçimde formüle edilmiştir.
Otopoiesis düşüncesi Aristoteles’e kadar geri götürülmekle birlikte en önemli öncülü sibernetiktir. Bu bağlamda sibernetik yanında tektoloji nin de kurucusu olan Alexander Bogdanov, başkaları yanı sıra autopoiesis düşüncesinin öncülerinden kabul edilmiştir.7
Özellikle Luhmann’ın kavramsal araçlarını kullandığı genel sistem teorisi iki paradigma değişikliğinin sonucuydu: İlkin Alman biyofizyolog Ludwig von Bertalanffy’nin etkisiyle parça ile bütün ilişkisine dayanan metafizik ayrım, yerini sistem ile çevre kavramlarına bıraktı. Oradan sibernetiğe (Norbert Wiener), enformasyon kuramına (Claude Shannon) ve bilgisayar tasarımına (Alan Turing, John Von Neumann) geçti. İkinci değişiklikte sistem-çevre ayrımı kendine göndermede bulunan/öz-göndergeli [self-referential] sistemlere dair genel teori içinde yeniden tanımlandı. Kendi çıktılarını girdi olarak kullanan sistemler çerçevesinde sibernetik de klasik girdi/çıktı modelini terk etmeye başladı.8
Bugün sistem teorisinin sosyal bilimlere uygulanmasında autopoiesis düşüncesi daha geç dönemde ve sınırlı bir etkisini gösterdi denilebilir. Bu çerçevede sistem düşüncesinin sosyal bilimler alanındaki görece daha başarılı bir kabulü, “dünya sistemleri analizi” olarak adlandırılan ve Immanuel Wallerstein, Giovanni Arrighi ve Terence Hopkins gibi yazarların başını çektiği yaklaşımla gerçekleşti. Kapitalizmi bir sistem olarak tahlil etme biçimleri, sonraki evrelerde İlya Prigogine gibi düşünürlerin kavramlarını da içermeye başlamıştır.
Otopoiesis bir sistemin özelliğini tanımlamak için kullanılmaktadır. Bu çerçevede sistemler ya kendi üretimlerini sağlayan bileşenleri kendileri oluşturmakta ya da bu bileşenleri dışarıdan sağlamaktadırlar. Birinci durumda sistem otopoietiktir, ikinci durumda ise allopoietiktir. Otopoiesis kendi bileşenlerini kendi üreten sistemlerin organizasyonunu anlatan bir kavramdır.
Otopoiesisi anlamak, sistem teorisi ve sibernetikten devralınan bir dizi kavramsallaştırmanın bilinmesini gerektirmektedir. Bunlardan bazıları; sistem/çevre, açık/kapalı sistemler, öz-göndergesellik [self-referentiality], kendi kendini düzenleme [self-organization], kendi kendini üretim [self-production], yapısal eşleşme [structural coupling], karmaşıklık olarak sıralanabilir.
Sistem/çevre: Şeyler arasındaki ilişkiyi tarif etmenin en eski biçimlerinden biri onları parça ile bütün olarak görmekti. Burada parça-bütün ilişkisi işlevselci biçimde ele alınmaktadır. Parçadan yola çıkarak bütünün tasvir edilebileceği, bütünün parçaların toplamından oluştuğu varsayımını da içermekteydi. Karmaşık bir sistem için parça ile bütün arasında bu tür bir ilişki geçerli değildir. Bu kavramsallaştırmada önce sistemler teorisi parça-bütün paradigmasından kendini ayrıştırdı ve yerine sistem-çevre ayrımını koydu. Böylece açık ve kapalı sistem farkı betimleniyordu. Kapalı sistemlerde çevrenin ya hiçbir etkisi yoktu ya da belirli açılardan etkide bulunabiliyordu. Nihayet parça ile bütün arasındaki farklılık, sistem farklılaşmasına ilişkin bir teorik formülasyona ulaştı.9
Sistemler çevreleri tarafından yapısal olarak da yönlendirilmektedirler ve çevre olmadan var olamazlar. Çevrelerine göre farklılığın olmadığı durumda öz-göndergelilik de mümkün değildir çünkü farklılık bu işlemlerin işlevsel öncülüdür. Bu anlamda aradaki sınırın korunması sistemin devamı için gereklidir.10 Çevre, birliğini/üniterliğini sistem aracılığıyla ve yalnızca onunla ilişkili olarak kazanır. Çevre aşılabilen sınırlara sahip olmadığı için bir sistem değildir. Sistem ile çevrenin karmaşıklığı iki yönde de her türlü bağımlılık biçimini dışlar.11
Varela ile Maturana’dan sonra ve onlardan bağımsız olarak benzer bir kavramsallaştırma, Richard C. Lewontin tarafından öne sürülmüştür. Evrim tartışmaları içinde indirgemeci bir yaklaşıma alternatif bir organizma-çevre ayrımı öneren Lewontin, evrimsel adaptasyonu öne çıkaran ve bireyin doğa karşısında edilgin ve yalıtık olarak değerlendirilmesine karşı çıkmaktadır. İdeoloji Olarak Biyoloji: DNA Doktrini kitabında organizma ile çevre arasında iki yönlü bir etkileşimin var olduğunu, “çevrenin organizmanın yokluğunda var olmadığı, organizma tarafından dış dünyadaki küçük parçalardan inşa edildiği”ni savunmaktadır. Bu bağlamda organizmaların çevreleri, organizmalar yaşadıkça yeniden inşa edilmektedir.12
Açık/kapalı sistemler: Sistem-çevre arasındaki ilişki, açık ve kapalı sistemlere ilişkin farklı bir nosyonu beraberinde getirmiştir. Bir sistemin açık ya da kapalı olması sistem ile çevre bakımından farklı bir anlam kazanmaktadır. Otopoiesis bakımından açıklık ve kapalılık işlemsel kapalılık [operational closure] ve etkileşimsel açıklık [interactional openness] olarak formüle edilmektedir. Bir sistemin işlemsel kapalılığı sistemin dış etkenlere karşı kapalı olduğu anlamına gelmez. Söz konusu olan, sistemin asli unsuru olan işlemler/operasyonlar düzeyinde bir kapalılıktır. Bir dış zorlama ile sistem etkilenebilir, hatta ortadan kaldırılabilir, ancak bunlar sistemin işlemsel özelliklerini değiştirmez. Otopoietik sistemler çevreleriyle ilişkileri doğrultusunda açık sistemlerdir, bu da etkileşimsel açıklık kavramıyla ifade edilir. Dışarıyla ilişkinin niteliğini belirleyen sistemin kendisidir.13
Öz-göndergelilik bakımından kapalı sistem, sistemin çevreye açıklığı ile çelişmemektedir. Bu bakımdan kapalılık, çevre ile olası bağlantıların arttırılmasının bir biçimidir ve sistem için mümkün olan çevrenin karmaşıklığını arttırır. Luhmann’ın bu tezi, hem açık-kapalı sistemlere dair klasik anlayışla, hem de sistem/çevre ilişkilerini üretmek için başka bir sistem olarak gözlemciye ihtiyaç gerektiren Maturana’nın otopoiesis anlayışıyla çelişir.14
Sistem-çevre bakımından önemli bir nokta, otopoiesisin bir süreç olmaması, onun organizasyonu açıklayan bir kavram olmasında yatar. Otopoietik bir sistemin kuruluşu kademeli bir süreç olamaz; bir sistem ya otopoietiktir ya da değildir. Dolayısıyla aracı sistemler yoktur.15
Öz-göndergesellik: Öz-göndergesellik, bir sistemin kendi öğelerini ve bunlara ait işlemleri oluştururken –kendi unsurları, işlemleri ya da birliği üzerinden– yalnızca kendine göndermede bulunduğu zaman farklılaşabileceğini ima eder. Bu bağlamda açıklık ve kapalılık ile ilgili klasik ayrımın yerine öz-göndergeli kapalılığın nasıl açıklık yaratabileceği sorusu geçti.16 Öz-göndergeli sistemler kendileriyle ilişki kurup bu ilişkileri çevreleriyle olan ilişkilerinden farklılaştırma yeteneğine sahiptirler.17
Öz-gönderge kavramı bir unsurun, sürecin ya da sistemin “kendisi için” olduğu bir birliği anlatır. Bu birlik de yalnızca ilişkisel bir işlem aracılığıyla gerçekleşebilir ve kendi başına önceden var olmamıştır. Luhmann’a göre öz-göndergelilik, bir sistem işlevsel birimler olarak kendini meydana getiren unsurları kendisi oluşturursa mümkündür; tüm bu unsurlar arasındaki ilişkiler aracılığıyla buradaki kendini oluşturma sürecine atıfta bulunur; kendini oluşturma sürecini de devamlı olarak yeniden üretir.18
Öz-göndergeli sistemler teorisi için çevre, daha ziyade sistemin kimliğinin önkoşuludur çünkü kimlik yalnızca farklılık ile mümkündür. Sistemdeki her bir değişim, sistemin çevresindeki bir değişimdir; bir yerdeki karmaşıklığın artışı diğer tüm sistemler için çevredeki karmaşıklığı arttırır.19
Kendi kendini düzenleme: Otopoietik bir sistem, kendi bileşenlerini üreten bir sistem olarak işleyerek durmaksızın kendi organizasyonunu meydana getirir. Maturana ve Varela’ya göre otopoietik organizasyonun sonuçları şöyle sıralanabilir: (1) Otopoietik makinalar otonomdur, yani tüm değişiklikleri kendi organizasyonlarının sürdürülmesi için kendilerine tabi kılarlar; buna karşılık allopoietik makinalar, işleyişlerinin ürünü olarak kendilerinden farklı bir şey kullanırlar, (2) otopoietik makinalar kendine özgüdür; aralıksız üretimleri aracılığıyla organizasyonlarını değişmez kılarak kimliklerini bir gözlemci ile olan etkileşimlerinden bağımsız tutarlar, (3) otopoietik makinaları bir birim haline getiren yalnızca otopoietik organizasyonlarıdır; kendi kendini üretim süreçleri içinde kendi sınırları operasyonları/işlemleri tarafından belirlenir, (4) otopoietik makinaların girdi ve çıktıları yoktur.20
Kendi kendini yeniden üretim: Otopoiesis kavramı sıklıkla yeniden üretim ile eşanlamlı kabul edilmiş ya da yeniden üretimin özgün bir biçimi olarak görülmüştür. Ancak Maturana’nın yaklaşımında aralarında temel bir fark ortaya çıkmaktadır. Öncelikle yeniden üretim [reproduction] ile kendini yeniden üretim [self-reproduction] farklı nosyonlardır. İkinci nosyon otopoiesis ile doğrudan bağlantılıdır.
Yeniden üretim, yeniden üretilmek üzere bir üniteyi gereksinmektedir; bu nedenle ünitenin kuruluşunda yeniden üretim işlemsel olarak ikincildir ve yaşayan sistemlerin organizasyonunun tanımlayıcı bir özelliği olabilmesi söz konusu değildir. Maturana ve Varela (kendi kendini) yeniden üretim kavramının anlaşılması için üç fenomeni birlikte ele alıyorlar: replikasyon, kopyalama ve kendi kendini yeniden üretim. Gözlemci için bunların her üçünde de yeniden üretim vardır ancak replikasyon ve kopyalamada süreç dışsaldır. Kendi kendine yeniden üretim, bir ünitenin kendine benzer organizasyona sahip başka bir üniteyi oluşturmasıyla gerçekleşir. Yalnızca otopoietik sistemler yeniden üretimi meydana getirebilir çünkü kendileri de bir yeniden üretim süreciyle ortaya çıkmışlardır. Yaşayan sistemlerde yeniden üretim otopoiesisin bir modifikasyonu olarak ortaya çıkar ve ona bağlıdır.21 Kendi kendini yeniden üretim, bu bağlamda otopoiesisin tikel ya da özgün bir biçimi olmaktan çok, onun organizasyonel niteliklerinden biri olarak gerçekleşmektedir denilebilir.
Yapısal eşleşme: Yapısal eşleşme otopoietik sistemin çevresiyle ilişkisini ve farklılaşma mantığını anlamak için kilit bir kavramdır. Otopoietik sistemler kimliklerini kaybetmeden birbirleriyle ya da otopoietik olmayan sistemlerle etkileşime girebilirler. Homeostatik (bkz. homeostaz) organizasyonları gereği otopoietik sistemler eşleşebilir ve yeni bir ünite meydana getirebilir. Yani otopoietik bir makina, otopoietik organizasyonunda değişiklik olmadan allopoietik bir makinanın bileşeni haline gelebilir. Ancak yapısal eşleşme sistemin yapısının çevresi ya da çevresindeki sistemlerin yapısıyla uyum sağladığında gerçekleşir.22
Luhmann yapısal eşleşme kavramının sistem ve çevresi arasındaki ilişkinin açıklanmasındaki rolüne değinmiştir. Yapısal eşleşme Maturana’nın sunduğu biçimiyle, sistem ortadan kalkmadığı sürece otopoiesisin devam etmesine atıf yapar. Sistem ile çevresi arasındaki eşleşme, bu bağlamda yalnızca sistemin yapısını ve çevresi bu yapıyla bağlantılı olan unsurları ilgilendirir. Otopoiesisin az veya çok olması söz konusu olmadığı gibi, özerkliği gereği dışarıyla nedensel ilişkileri otopoiesis düzeyinde yoktur. Nedensellik, yapısal eşleşme alanına aittir.23 Burada Luhmann, eşleşmenin karmaşıklaşma yönünde bir seçiciliğe sahip olduğuna vurgu yapar. Böylece sistem otopoiesiste bir değişim olmadan farklılaşmayı sürdürebilmektedir.
Karmaşıklık: Karmaşıklık düşüncesi ya da karmaşık sistemler nosyonu, her ne kadar kaos teorisi ve sistem teorisi içindeki temalardan biri olsa da, özellikle Luhmann aracılığıyla autopoiesis düşüncesinde de yer bulmaktadır. Bu bağlamda Luhmann karmaşıklığın ilginç bir tanımını yapmaktadır. Ona göre, bir sistemde ya da çevre olarak o sistem için bir arada tutulması gereken unsurlar arttıkça, her bir unsurun diğerleriyle ilişkilenmesinin mümkün olmadığı bir eşik ortaya çıkar. Unsurların birbiriyle bağlantı kurma kapasitelerindeki sınırlama dolayısıyla artık belirli bir noktada her unsuru diğer tüm unsurlarla bağlantılandırma olanağı kalmadığı bu durumda birbirleriyle bağlı unsurların toplamını “karmaşık” olarak nitelendirebiliriz. Bu yüzden karmaşıklık, karmaşıklığın azalması ve bu azalmanın “seçici koşullama” aracılığıyla ortaya çıkar.24
Karmaşıklık seçiciliğe zorlamakta ve çevrelerinden daha az karmaşık olan sistemlerin oluşumu yoluyla karmaşıklığın azalmasına neden olmaktadır. Karmaşıklığın bu azalması önemlidir zira bu olmadan hiçbir şey olmaz, yalnızca farklılaşmamış kaos olurdu. Karmaşıklığın azalması sistemin içsel bir karmaşıklık oluşturmasına ve “organize olmamış olanı organize olmuş olana” dönüştürür. Karmaşıklık gözlemlenemez; buna yönelik her çaba zaten azalma işleminin bir parçasıdır. Sistem teorisi bu bağlamda karmaşıklığı açıklamak üzere karmaşıklığı simüle eder.25
Autopoiesisin sosyal alana aktarılması meselesi bu alanın temel sorunlarından biri olmuştur. Maturana ve Varela’nın, kavramı açıkça biyolojik bir tartışma içinde ve doğrudan canlıların organizasyonu bağlamında ele almaları, aşılması gereken bir sorun olarak görülmüştür, zira kavramın politik, sosyal vb. içerimleri daha en başta kendini hissettirmişti. Maturana ve Varela “bir insan toplumunu sistem olarak karakterize eden ilişkiler, toplumu oluşturan bireylerin otopoiesisine ne ölçüde bağlıdır” sorusunu sormakla birlikte, yazarlar farklı fikirlere sahip oldukları için bu meselenin çözümünü ertelemişlerdir. Onlara göre insan toplumları eğer biyolojik sistemlerse, bunların dinamiklerinin kendi bileşenlerinin otopoiesisi aracılığıyla belirlenmeleri gerekir. Eğer biyolojik sistemler değillerse, toplumsal dinamikler bu bireylerin otopoiesisinden bağımsız yasa ve ilişkilere bağlı olacaktır.26 Autopoiesis and Cognition kitabının ilk İngilizce basımında yazarların erteledikleri bu sorunu Stafford Beer, daha en başında önsözünde ifade etmiş ve sosyal sistemlerin de biyolojik ve dolayısıyla otopoietik olduğunu öne sürmüştür.27
Fiziksel alanda tanımlanmış bu kavramın fiziksel olmayan alanlara taşınmasında genelde iki yol izlenmiştir. Ya kavram doğrudan fiziksel anlamıyla alınmış ya da uyarlanarak biyolojik içerimlerinden soyutlanmıştır. Kimi yazarlar otopoiesisi sosyal sistemlere doğrudan uygulamaya çalışmışlardır. Bu çerçevede kavramın ortaya çıkışına paralel olarak ve Luhmann’ın aksine, toplumu yaşayan bir sistem olarak kavramsallaştırma yoluna gitmişlerdir. Bu doğrultuda toplumu canlı bir organizma olarak gören Aristotelesçi bakış açısı ile yeniden üretimi biyolojik temelde ele alan Maturana ve Varela’nın kavramlaştırmaları arasında benzerlik kurulmuştur.28 Heidegger’in Aristoteles yorumları göz önüne alındığında, kavramı doğrudan kullanmamakla birlikte Aristoteles’in bir otopoiesis düşüncesine sahip olduğu ve Antik Yunan düşüncesindeki nedensellik kavrayışının Maturana ve Varela’daki autopoiesis ve allopoiesis ayrımına denk düştüğü iddia edilmiştir.29 Colin Dougall’a göre, Maturana “teleonomik” nedensellik düşüncesini reddetse de,30 çoğunlukla amaç ya da hedef olarak yanlış biçimde yorumlanan telos kavramıyla paralel Aristotelesçi “son neden” fikrini benimsemektedir.31 Maturana ve Varela’ya göre teleoloji-teleonomi gibi kavramlar canlılıkla ilgili organizasyonu açıklamakta gereksiz kavramlardır. Amaç ya da hedefler “herhangi bir makinanın (allo- ya da otopoietik) organizasyonun özelliği değildir; bu nosyonlar eylemlerimizle ilgili söylemlerimizin alanına aittirler, (...) yaşayan sistemler, fiziksel otopoietik sistemler olarak amaçsız sistemlerdir”.32
Sosyal sistemler alanına otopoiesis kavramını en etkili biçimde uygulayan kişi kuşkusuz Niklas Luhmann’dır. Luhmann kavramın sosyal sistemlere uygulanması konusunda şöyle yazmaktadır: “Otopoiesisi yaşamdan soyutlayıp öz-göndergeli kapanım (self-referential closure) yoluyla sistem kurmanın genel bir formu olarak tanımlarsak, cansız otopoietik sistemlerin, farklı otopoietik yeniden üretim tarzları olduğunu kabul etmemiz gerekir. Bunun yanında diğer döngüsellik ve yeniden üretim tarzlarında, yaşam şeklinde cisimleşen otopoietik organizasyonun genel ilkeleri olduğunu da kabul etmemiz gerekir. Diğer bir deyişle, dünyamızda cansız otopoietik sistemler bulursak, o zaman ve yalnızca o zaman, sadece canlı sistemler için geçerli olan referanslardan dikkatle kaçınan gerçekten genel bir otopoiesis teorisine ihtiyacımız olacaktır. Ancak otopoiesisin hangi nitelikleri en üst düzeyde geçerli olacak ve yaşamla bağlantıları namına hangilerinin çıkarılması gerekecektir?”.33
Luhmann’ın önerdiği paradigma değişikliği Parsons’un yapısal-işlevselciliğinden bir kopuş ve bilişsel biyoloji ile sibernetik içinde geliştirilen modellerin uyarlanmasını içeriyordu. Post-yapısalcılık ve takip eden teori patlamasıyla birlikte Almanya’da kendini gösteren “radikal inşacılık” düşüncesi dönemin entelektüel eğilimleri üzerinde etkili oluyordu.34 Luhmann böyle bir ortamda opus magnumu sayılabilecek Social Systems kitabını 1984 yılında yayınladı. Luhmann’a göre, genel sistem teorisindeki değişimler sosyolojinin kuramsal ilgi alanlarıyla çok uygun biçimde örtüşmektedir. Ancak o zamana kadarki kuramsal tartışmalarda da olağandışı sayılabilecek bir soyutlama ve karmaşıklık düzeyinde sahiptir. Luhmann’ın amacı, aradaki boşluğu doldurmaya çalışmaktır.35 Luhmann genel sistem teorisindeki bir paradigma değişiminin sosyal sistemler teorisini nasıl etkilediği sorusundan hareket etmektedir.36
Luhmann otopoietik sistemleri üçe ayırmaktadır: Yaşayan sistemler, psişik sistemler ve sosyal sistemler. Yaşayan sistemlere hücreler, organizmalar vb. örnek verilebilir. Sosyal sistemler ise toplumlar, organizasyonlar ve etkileşimlerden oluşmaktadır.
Dougall’ın önerdiğinin aksine, Luhmann sosyal sistemlerin ve hatta psişik sistemlerin canlı sistemler olduklarına dair Aristotelyen varsayımın terk edilmesini önermektedir. Ona göre otopoietik kapanım bu kuramsal hamleyi gerekli kılmaktadır. Bunun için otopoiesisin öncelikle genel sistem teorisi düzeyine çıkarılıp yaşamdan soyutlanması gerekir.37 Luhmann, Maturana’nın tanımına bağlı kalarak, otopoiesisi bir sistemin operasyonlarını/işlemlerini yine kendi operasyonları aracılığıyla meydana getirebilmesi olarak görmektedir. Sistem kendi operasyonlarını üretmekle kalmamakta, operasyonları düzeyinde aynı zamanda otonom olarak kalmaktadır (operasyonel kapalılık).38
Sosyal sistemlerin otopoietik yeniden üretim tarzının unsuru iletişimdir. Bu iletişim(ler) bir iletişim ağı tarafından tekrar tekrar üretilir ve böyle bir ağın dışında var olamaz(lar). Bu iletişimler “canlı”, “bilinçli” birimler olmadıkları gibi “eylem” de değildirler. İletişim, Luhmann’a göre enformasyon, ifade [utterance] ve anlama (yanlış anlama da dahil) üçlüsünün bir sentezidir.39
Görüldüğü gibi Luhmann’ın enformasyon anlayışı kavramın alışılmış genel kullanımından farklılaşmaktadır. Enformasyon dışarıdan sisteme dahil edilmesi gereken bir şey değildir; doğrudan sistem tarafından meydana getirilir.40 Bu bağlamda iletişim de, örneğin Jürgen Habermas’ınkinden farklı bir anlam kazanır. İletişim bir eylem biçimi değildir çünkü bunun çok ötesinde bir anlama sahiptir. İletişim anlamayı içerir ancak anlama, iletişim kuran kişinin etkinliğinin bir parçası değildir. Zaten bu nedenle Luhmann, sistemin temel işlemsel [operative] düzeyi olarak iletişim teorisinin sosyolojideki eylem teorisinin yerini alması gerektiğini belirtmektedir.41 İletişim sınırlama demektir, yani kendini başkasıyla sınır içine yerleştirmektir. İletişimin karmaşık sistemler teorisine dahil edilmesi için, sistemlerin unsurlar ve bunlar arasındaki ilişkiler halinde var olduğu fikrinden vazgeçmek gerekmektedir. Karmaşıklık yüzünden unsurları birbiriyle ilişkilendirme süreci seçme işlemini gerektirir ve ilişki basitçe unsurlara eklenecek bir şey değildir.42
Sosyal sistemlerin çevresi başka sosyal sistemleri içerir ve bunlar arasında iletişim mümkündür. Toplum ise istisnai bir sosyal sistem olarak tüm iletişimleri kapsar ve onları yeniden üretir. Diğer sistemler arasında iletişimi mümkün kılar ancak kendisi iletişim kuramaz. Tüm iletişimi kapsadığı için iletişim kurabileceği bir dışarısı yoktur. Bunun anlamı toplumun dışında bir çevre olmaması değil, ancak iletişimsel eylemlerin içeriği bakımından kapalı bir sistem olmasıdır. Bu içerik de sistem içindeki dolaşım ile hayata geçirilir. Bir toplum, en önemli unsurları –dinsel bağlılık, politik devlet, iktisadi üretim vb.– ile tanımlanamaz. Özgül bir toplumsal sistemi oluşturan şey, onun “başlıca içsel farklılaşma tarzı”dır. Bu işlevsel farklılaşmaya dayanan modern toplum, yepyeni bir sistem tipi olarak eşi görülmemiş bir karmaşıklık meydana getirmiştir. Bu farklılaşma çerçevesinde toplum küresel bir nitelik kazanır ve modern koşullar altında yalnızca tek bir toplumsal sistem var olabilir. Dünya çapındaki iletişimsel sistem tüm olanakları içeren tek bir dünya oluşturmaktadır. Dolayısıyla Luhmann’a göre içinde tüm iletişimlerin meydana geldiği tek bir dünya toplumu vardır.4344
Psişik sistemlerin otopoietik yeniden üretim tarzının unsuru düşüncedir. İşlemsel kapalılık bakımından psişik ve sosyal sistemler birbirinin çevresi durumundadır, dolayısıyla düşünceler ve iletişimler biribirinden farklıdır. Karşılıklı etkiler yapısal düzey ile sınırlıdır. Aralarında sadece yapısal eşleşme söz konusudur ve her iki sistem de birbirine yapısal olarak uyum sağlamıştır. Luhmann psişik ve sosyal sistemler arasındaki bu yapısal eşleşmeyi birbirine nüfuz etme [interpenetration] olarak adlandırır. Bu kavramlaştırmanın sonucu olarak, sosyal olanın psikolojik olandan ayrıştırılması teorik olarak mümkün olmaktadır.45
Bob Jessop kapitalist sistemin kendi kendini yeniden üretmesi bağlamında otopoiesis kavramını kullanmış ve Marx’ın, sermayenin kendi kendini değerlemesi analiziyle ilişkilendirmiştir. Jessop, devletin piyasa ekonomisinden göreli özerkliğini iki alt sistemin yapısal eşleşmesi olarak okumakta ve özerk bir sistemin görece kapalı bir diğerini nasıl etkilediğini meselesinin autopoiesis çerçevesinde nasıl ele alınabileceğini sorgulamaktadır.46 Başka bir makalede otopoiesisi Marksist teori ve Düzenleme Okulu’yla bağlantılı olarak karşılaştırmaktadır.47
Luhmann’ın yanı sıra Gunther Teubner otopoiesisi hukuk alanına uygulamıştır. Bunun dışında örgütler, enformasyon sistemleri, iletişim gibi alanlarda da ele alınmıştır.
Orijinal kaynak: otopoiesis. Creative Commons Atıf-BenzerPaylaşım Lisansı ile paylaşılmıştır.
Varela, F. J. (1996). The Early Days of Autopoiesis: Heinz and Chile. Systems Research, 13(3), s. 407. ↩
Varela, 1996, s. 409-412. ↩
Varela, 1996, s. 412; Maturana, H. R., ve Varela, F. J. (1980). Autopoiesis and Cognition: The Realization of the Living. Dordrecht: D. Reidel Publishing Company, s. xvii. ↩
Maturana ve Varela, 1980, s. 75-76. ↩
Varela, 1996, s. 413-14. ↩
Varela, F. G., Maturana, H. R., & Uribe, R. (1974). Autopoiesis: The Organization or Living Systems, Its Characterization and a Model. BioSystems, 5, s. 192-93. ↩
Zeleny, M. (1996). “On the social nature of autopoietic systems”. E. L. Khalil, & K. E. Boulding (Eds.), Evolution, Order and Complexity içinde (pp. 122-145). London & New York: Routledge. ↩
Knodt, E. M, (1996). Foreword. Niklas Luhmann, Social Systems içinde (pp. ix-xxxvi), Stanford, California: Stanford University Press, s. xxi. ↩
Luhmann, N. (1995). Social Systems. (J. Bednarz, Jr., Çev.) Stanford, California: Stanford University Press, s. 6-7. ↩
Luhmann, 1995, s. 16-17. ↩
Luhmann, 1995, s. 17. ↩
Lewontin, R. C. (2015). İdeoloji Olarak Biyoloji: DNA Doktrini. (Cengiz Adanur, Çev.) İstanbul: Kolektif. ↩
Seidl, D., 2004. “Luhmann’s theory of autopoietic social systems”. Munich Business Research No. 2004-2, s. 3. ↩
Luhmann, 1995, s. 37. ↩
Maturana ve Varela, 1980, s. 94. ↩
Luhmann, 1995, s. 9. ↩
Luhmann, 1995, s. 13. ↩
Luhmann, 1995, s. 33. ↩
Luhmann, 1995, s. 177. ↩
Maturana ve Varela, 1980, s. 79-81. ↩
Maturana ve Varela, 1980, s. 100-5; Maturana. ↩
Maturana ve Varela, 1980, s. 82, 108; Seidl, 2004, s. 4. ↩
Luhmann, N. (2013). Introduction to Systems Theory. (Peter Gilgen, Çev.) Cambridge: Polity, s. 83-85. ↩
Luhmann, 1995, s. 24-25. ↩
Knodt, 1995, s. xvii-xix. ↩
Maturana ve Varela, 1980, s. 118. ↩
Beer, S. (1980). “Preface”. Maturana, H. R., ve Varela, F. J., Autopoiesis and Cognition: The Realization of the Living içinde. Dordrecht: D. Reidel Publishing Company, s. 70. ↩
Örneğin bkz. Dougall, C. (2001). “CHAPTER 8: The Autopoiesis of Social Systems: An Aristotelian Interpretation”. F. Geyer, & J. van der Zouwen, SOCIOCYBERNETICS: Complexity, Autopoiesis, and Observation of Social Systems (ss. 141-157) içinde. London: Greenwood Press. ↩
Dougall, 2001, s. 144-45. ↩
Maturana ve Varela, 1980, s. 85-86. ↩
Dougall, 2001, s. 147. ↩
Luhmann, N. (1990). Essays on Self-Reference. New York: Columbia University Press, s. 2. ↩
Knodt, 1995, s. xiv-xv. ↩
Luhmann, 1995, s. 1. ↩
Luhmann, 1995, s. 4. ↩
Luhmann, 1990, s. 1-2. ↩
Luhmann, 2013, s. 76-77. ↩
Luhmann, 1990, s. 3. ↩
Luhmann, 1990, s. 4. ↩
Luhmann, 1990, s. 6. ↩
Luhmann, 1995, s. 39 ↩
Luhmann, 1990, s. 176-78. ↩
Seidl, 2004, s. 13. ↩
Seidl, 2004, s. 10-11. ↩
Jessop, B. (2005). Hegemonya, Post-Fordizm ve Küreselleşme Ekseninde Kapitalist Devlet. (B. Yarar, A. Özkazanç, Çev.) İstanbul: İletişim, s. 16-17. ↩
Jessop, B. (2008). Devlet Teorisi: Kapitalist Devleti Yerine Oturtmak. (Ahmet Özcan, Çev) Ankara: Epos, s. 410-451. ↩
Ne Demek sitesindeki bilgiler kullanıcılar vasıtasıyla veya otomatik oluşturulmuştur. Buradaki bilgilerin doğru olduğu garanti edilmez. Düzeltilmesi gereken bilgi olduğunu düşünüyorsanız bizimle iletişime geçiniz. Her türlü görüş, destek ve önerileriniz için iletisim@nedemek.page